
Ülkemizin en çok okunan yazarı Stefan Zweig’miş! Kime göre, neye göre?
Bu yıl içerisinde idefix fimasındaki satışlar baz alınarak hazırlanan “Türkiye ne okuyor?” şeklinde adlandırılmış, Türkiye’nin il il okuma haritası yayınlanmıştı. Sürekli güncelleniyor mu bilmiyorum ancak bahsettiğim çalışmaya buradan ulaşabilirsiniz.
Bu çalışmaya göre ülkemizde en çok okunan yazar Stefan Zweig olmuş, bu durumun sebebiyle ilgili bir çok fikir ortaya atıldı: Kitaplarının kısa ve bir çırpıda okunuyor olması, ucuz olması, yayınevleri tarafından sürekli indirimde olması, yayınevlerinin ellerinde kalan Zweig eserlerini bitirmek istediği için bunun bir reklam çalışması olması veya yayınevleri tarafından hediye şeklinde veriliyor olması gibi. Eğer insanların okumasına vesile olacaksa bu sebeplere kötü gözle yaklaşmamak gerek. Bu firmanın sattığı kitaplar üzerinden yapılan bir çalışma olduğu için bu fikirlerin doğruluk payı çok yüksek ancak Stefan Zweig‘in kitaplarıyla ilgili okur incelemelerine biraz göz atarsanız bu sebeplerin dışında da tercih eden bir kitlenin varlığını eminim göreceksiniz.
Yazar, bazı kitaplarında olay kurgusu olarak biraz basit kalsa da, karakterlerin psikolojik çözümlemeleri ve hissettikleri duyguları aktarma (okura resmen hissettirme) yönüyle çok başarılı. Hatta bu kısacık kitaplara bu kadar duygu yükünü nasıl sığdırabilmiş anlamak mümkün değil. Sanırım bunun en büyük sebeplerinden birisi de kitaplarının kendi hayatından yansımalarla oluşması.
Sebepler ne olursa olsun, tüm kitapları mükemmeldir yanılgısına kapılmadan okunması gereken bir yazar olduğunu düşünüyorum. Mecburiyet kitabına geçmeden önce “Üç Büyük Usta” kitabı için de bir şeyler karaladığımı hatırlatayım.

Çeviri: Gülperi Sert
Mecburiyet
Yazar bu kitabında, ülkesindeki savaştan kaçıp karısı ile birlikte İsviçre’ye sığınmış bir ressam olan Ferdinand’ın içerisinde bulunduğu ruh halini betimlemiş.
“Kaçmak” fiilinin vermiş olduğu o tedirgin ve korku dolu ruh hali ile gergin bir bekleyiş içerisinde olan Ferdinand, gelen postacıyı görünce zamanının dolduğunu anlıyor. Ülkesi onu, askere alınmaya uygun olup olmadığının kontrolü için geri çağırıyor.
Günümüzde de popülerliğinden hiç bir şey kaybetmemiş bir kelime olan “özgürlük” Ferdinand’ın tek isteği. Ancak savaşları başlatan o uğursuz makinenin özgürlük dağıtmak gibi bir derdi yok. Ferdinand, o dehşet saçan makine için diğer insanlar gibi sadece bir sayıdan ibaret.
İnsanın çocukluğundan itibaren aklında şekillenen bir ülke figürü vardır ve doğduğu – büyüdüğü yere, her zaman bu ülkeye karşı bir bağlılık, bir sorumluluk hisseder. Hissettiği bu sorumluluk bilinci ile kendisinden istenenleri yerine getirir. Söz konusu bir ülkenin ihtiyaçları ise bu sizin canınız pahasına bir istek bile olabilir, çünkü o güç her zaman bireyin üstünde olmuştur ve bu durum her ülke için böyledir.
Bir ülke sizi savaşa sokuyorsa sizden sadece canınızı ortaya koymanızı istemiyordur, aynı zamanda başka canları da almanızı istiyordur. İşte bu seçimi yapmak bir insan için hiçbir zaman kolay olmamıştır ve Ferdinand’a bir seçim şansı sunulmadığından bu durum onu büyük bir korku ve umutsuzluğun içine sürüklemiştir.
Karısının gitmesini şiddetle reddetmesine rağmen Ferdinand, içinde bir şeylerin onu ülkesine çektiğini ve oraya doğru bilinçsizce sürüklendiğini hissetmektedir. Bu çekime karşı direnç gösterememesi, zayıflığı ve dik bir duruş sergileyememesi eşi Paula’yı çileden çıkarır. Ferdinad bu noktadan sonra bir seçim yapmalıdır, ülkesi mi yoksa sevdiği insan mı?
Stefan Zweig‘in kitaplarında kadın duygularını da başarılı bir şekilde işlemesine zaten aşinayız. Paula’nın ince ruhuna değinmeden geçmeyen yazar, ayrıca kitapta kadınlara has erkeklerin zayıflıklarına karşı tahammülsüzlük ve zayıflıkları hor görme tavrına da kısaca değindiğini görüyoruz. Haklı – haksız, doğru – yanlış olgularından ziyade kitapta yer alan şey, seçim yapmanın zor olduğu durumlarda insanın içinde bulunduğu ruh halinin tasviridir. Son olarak bu eserin, yazarın diğer kitaplarından farklı olmayan ancak okunabilecek bir eser olduğunu söyleyebilirim.